8 Kasım 2010 Pazartesi

Yazmak Çizmek


Kafa bulanık. Kelimeler havada uçuşuyor. Oturup yazmaya kalkışsam, olmaz gibime geliyor. Kafada bitsin de hele… En azından biraz otursun da yazmaya başlarım diyorum. Olmuyor. Kelimeler durduğu yerde durmuyor. Birini şuraya çeksem, öbürünü buraya koysam derken, bıraktığım uçup kayboluyor. En iyisi yazmaya başlamak. Kağıda inenleri  görenler özenip yanına geliyor bazen. Olmuyor değil, gerçekten de bir bakmışım kağıdın üstü kelimeden geçilmiyor. Cümleler oraya buraya koşuşturup durmaya başlıyor. “Sen dur orada!”.
                Ne zamanki yazmaya başlıyorum, o zaman bir şeyler düzene girmeye, kafam netleşmeye başlıyor. Yaramaz cümlelerin, afacan kelimelerin gürültüsü azaldıkça, herkes yerini öğrenip de yanındakiyle arkadaşlık kurmaya başladıkça ben de rahatlamaya, daha kolay yazmaya başlıyorum. Yazıyorum. Bir cümle ötekini çağırıyor. Gel yanıma iki kelam edelim diyor. Öyle ya benim işime gelir bunlar. Onlar anlaştıkça ben daha çok yazıyorum. Yazdıkça bin bir şekle bürünüyor kafamdaki öykü. Değiştikçe değişiyor, gelişiyor. Öyle ya evrime inanıyorum ne de olsa. Bu da bir kanıt değil mi işte.

16 Ekim 2010 Cumartesi

Sağanak


Bardaktan boşanırcasına dökülüyordu ağzından kelimeler. Ben fırtına öncesi sessizliği henüz atlatamamış, yalnızca elimi zihnime siper etmeye çalışıyordum. Tüm tenkitler, tüm suçlamalar birer birer ıslattı aklımı. Son bir şimşek çaktı ve bir kapı gürültüsüyle beraber fırtına dindi. En kötüsü ise hava hala bulutluydu ve toprak kokusu yoktu şimdi.

29 Eylül 2010 Çarşamba

Bilge Karasu


 En sevindiğim hediye kitaptır. Bilge Karasu ile tanışmama vesile olmadan önce de öyleydi fakat sanırım şimdiye kadar aldığım en güzel hediye Göçmüş Kediler Bahçesi idi. Sanırım burada asıl önemli olan hediyenin kendisi değil, birlikte getirdikleri oldu benim için.
Bilge Karasu 1930'da İstanbul'da dünyaya geldi. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü'nde öğrenim gördü. Ankara radyosu dış yayınlar servisinde çalıştı. 1963 yılında, Rockfeller bursuyla gittiği Avrupa'dan dönerek çevirmenliğe başladı. Aynı yıl, D. H. Lawrence’den çevirdiği Ölen Adam’la Türk Dil Kurumu Çeviri Ödülü’nü kazandı. Ölümüne kadar Hacettepe Üniversitesi'nde araştırma görevlisi olarak çalıştı. İlk kitabı, “Troya’da Ölüm Vardı” da 1953- 1962 yılları arasında yazmış olduğu öykülerini toplamıştır. 1970’de “Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı” isimli kitabı yayımlandı ve 1971’de Sait Faik Hikaye Armağanı’nı aldı. 1980 yılında Karasu’nun  ‘masallar kitabı’ “Göçmüş Kediler Bahçesi” ve 1982’de deneysel metinlerini  bir araya getirdiği “Kısmet Büfesi” çıktı. “Gece” adlı romanı 1985 yılında yayımlandı ve 1991’de Türk romanının son on yıl içinde ulaştığı en ileri çizgilerden birini temsil ettiği gerekçesiyle Pegassus Ödülü'ne layık görüldü. Pegassus, 10 yılda bir İngilizce dışındaki dillerin konuşulduğu ülkelere, o ülkelerin 10 yıllık edebiyat verimleri göz önüne alınarak verilen bir ödüldür. Bilge Karasu bu ödülü kazanan tek Türk yazardır. “Gece” İngilizce ve Fransızcaya çevrildi. Amerika ve Fransa’da yayımlandı. 1990’da ikinci romanı olan “Kılavuz” ve 1994’te denemelerini topladığı ”Ne Kitapsız Ne Kedisiz” yayımlandı. Bu kitap, 1994 Sedat Simavi Edebiyat Ödülü’ne layık görüldü. 1995 yılında yaşarken yayımladığı son kitap “Narla İncire Gazel” ve ölümünden sonra da “Altı Ay Bir Güz” okuyucuyla buluştu. Bilge Karasu 1995 Temmuz’unda pankreas kanseri sebebiyle hayata gözlerini yumdu. Vasiyeti üzerine bütün yapıtlarını yayımlayan Metis yayınları tarafından kitaplarının gelirinden elde edilen parayla adına Edebiyat Bursu veriliyor.
Ölümünden sonra pek sevdiği dostu Füsun Akatlı tarafından, kendisine bıraktığı bavullar dolusu kimi tamamlanmış, kimi ancak tasarlanabilmiş başka denemeleri, çeşitli yazılarının çekirdeği olabilecek notları ve yaşam, edebiyat ve dil üzerine düşüncelerini serbestçe serpiştirdiği günlükleri elden geçirilerek 1999 yılında “Öteki Metinler” adıyla yayımlandı. Aynı yıl “Lağımlaranası ya da Beyoğlu” da aynı şekilde Füsun Akatlı tarafından elden geçirilerek okuyucuyla buluştu. Son olarak 2008 yılında öykü, deneme, şiir ve röportajlarından oluşan “Susanlar” isimli kitabı basıldı.
Bilge Karasu Türk edebiyatının en özgün yazarlarından biridir. Aynı zamanda felsefeci yanı olan Karasu, metinlerinde felsefi sorunları işlemiş, ya da onun metinleri felsefi incelemenin konusu olarak görülmüştür. Postmodern romanın Türkiye'deki önemli isimleri arasında değerlendirilmektedir. Doğan Hızlan’ın Bilge Karasu'da İnsan İlişki(siz)likleri’nde dediği gibi, “Karasu, insanla/insanüstüyü, olağanla/olağanüstüyü yapaylığa düşmeden, metnin doğal akışı/hayatın da kurgusal akışı içinde verir. Bilge Karasu okumak adeta sanrısal (psychedelic) bir deneyim gibidir. Okuyucunun hayal gücü özgürdür onun metinlerinde. Yazdıklarıyla okuyucuyu kısıtlamaz, aksine özgür bırakır. Tüm bu uyum içinde uçuşan imgeleri toparlamak (ya da toparlamamak) okuyucuya kalır. İlk bakışta gizleyici gibi görünen üslubu, metnin derinlerine daldıkça okuyucuyu parçaları birleştirmeye, iz sürmeye, hayal etmeye zorlar. İnsanı rahatlatan üslubunu kurcaladıkça, kazdıkça toprağın altındaki cevhere ulaşır okuyucu önce. İz sürmeyi seven okuyucuyu türlü hazineler beklemektedir. Bununla yetinmeyip cevheri işlemek isteyen zihinleri burada yorucu bir süreç bekler. Bilge Karasu’nun çok katlı dili fırsatlarla doludur. Okuyucunun özgürleşmeye başladığı nokta işte burada başlar.
Bilge Karasu bireyin gündelik sorunlarına ağırlık verir. Kişilerin hayatları boyunca yaşadıkları açmazlarını, varoluşsal ikilemlerini benzersiz bir dille anlatır. Masalsı öyküleri öyle bir samimiyet ve içtenlikle yazılmıştır ki, okuyucu bu gerçeküstü olayları yadırgamadan, sanki günlük hayatında her zaman karşısına çıkan şeylermişçesine benimser. Türkçeyi büyük bir ustalıkla kullanır. Yazdıklarında hata bulmak neredeyse imkansızdır. Kullandığı arı Türkçe pek çok yazarın kaleminde eğreti durabilecekken, Bilge Karasu’da adeta kendini bulur.
“İstediğim, denizi yazmak. Zümrütlerin, gökyakutlarının sabrını; ağaçların talihsizliğini…
“Bir tek kıyısını kavrayabildiğimiz, anlamını ancak tek bir kıyısıyla kurduğumuz denizin öyküleri yoktur bir kara adamı için. Yolculuklara, ister gerçek ister düşsel olsunlar, yakıştırdığımız son, öbür kıyıda bitse bile, deniz gene tek kıyılıdır, üzerinde yaşayıp çalışan biri olmadıkça. Deniz, kara adamının yalnız sınırlarını kaldırışı değil, sınır düşüncesini içinden çıkarıp atıvermesidir. Her şeyin bir aradalığının bir yerde başlaması ya da bitmesidir. İstediğim, denizi yazmaktı. Her şeyin bir aradalığına yenik düşeceğimi bile bile.” (Karasu, 1996)

Kaynakça
Akatlı, F. (2008, 02 29). Bilge Karasu'yu keşfetmek. 02 20, 2010 tarihinde Milliyet İnternet - Kitap: http://www.milliyet.com.tr/2008/02/29/kitap/kit10.html adresinden alındı
Hızlan, D. Bilge Karasu'da İnsan İlişki(siz)likleri.
Karasu, B. (1996). Altı Ay Bir Güz. İstanbul: Metis Yayıncılık.
Yalsızuçanlar, S. (2004, 04 24). Bilge Karasu ve çokkatlı dil. 02 20, 2010 tarihinde Dergibi - Eleştiri: http://www.dergibi.com/elestiri/ayrinti.asp?id=19 adresinden alındı

(Topluluğumuzun dergisi için geçen yıl yazdığım Bilge Karasu incelemesidir.)

3 Eylül 2010 Cuma

Bir Eylül Şiiri


Bir eylül şiiri yazdım 

Sıcak kelimeler saklı
Serin mısralarında.
Bir sonbahar meyvesi gibi
Olgunlaşmış dalında.
Yazdan kalan bir tutam yeşili saklıyor
Sararmış yapraklarında.
Başlı başına bir mevsim gibi

Yaz tadında, bahar adında.
Rüzgarların sesinden
Bir sonbahar türküsü sanki
Yaprak hışırtılarında.








29 Ağustos 2010 Pazar

9 Mayıs 2010 Pazar

Günün anlam ve önemine dair...

Herkes ne de çok seviyor annesini. Bugün ne çok çiçek, ne çok hediye alınmıştır kimbilir. Ne çok insan şöyle sıkıca bir sarılmıştır annesinin boğazına, onu ne kadar çok sevdiğini söylemiştir; belki gerçekten içinden gelerek, belki de içinden geldiğini sanarak.
O anneler ki, yıllar boyu çektikleri çilenin haddi hesabı yok. O anneler ki, çileli anam, garip anam edebiyatı yapanların elinden bile ne çok zulüm gördü. Ne çok dayak yedi, ezildi, hor görüldü de anneler günü geldiğinde bir tatlı söze, bir gülüşe kandı, kendini kandırdı.
Hep el üstünde tutuluyormuş gibi gösterilip, her daim yok sayılan, eziyet edilen tüm kadınların anneler günü kutlu olsun.

10 Nisan 2010 Cumartesi

Yüzemezken

Bulanık sulara dalmışım
Yüzmeyi bilmezken
Bir batıp bir çıkmışım
Nefesim yetmezken
Tuzlu suları solumuşum
Nefessiz kalmışım.

Denizin dibinde gezinmişim
Bakınmışım çevreye, izlemişim
Etrafımı görmemişim
Gözsüz kalmışım.

Hissetmemişim denizin dibini
Taşlara basmışım yüzemezken
Ayaklarım hep kesilmiş
Hissiz kalmışım.

Balıklarla konuşmuşum
Sesimi duyan olmamış
Denizanalarına sormuşum
Derdim anlaşılmamış
Sesim ağzımdan hiç çıkmamış
Dilsiz kalmışım.

Duymamışım dalgalanan suları
Dışarıda çırpınan martıları
Beni çağıran çığlıkları
Kulaksız kalmışım.

Bulanık sularda dalmışım uykuya
Dalıp gitmişim bir tatlı rüyaya
Ruhum karışmış tuzlu sulara
Bedensiz kalmışım.

4 Ocak 2010 Pazartesi

YAĞMURLA GELEN

Daracık yerinde bir o tarafa bir bu tarafa gidip geliyordu. Hapishanede volta atan bir mahkumdan farksızdı durum itibariyle. Bulunduğu ortam da aynı şekilde oksijen açısından biraz yetersizdi ama yaşamasına yetiyordu işte. "Şu lanet güneş de olmasa..." diye düşündü. “Hareket alanım daralıyor."
Yağmur mevsiminin sonlarına yaklaşılıyordu artık. Güneş ara ara yüzünü göstermeye başlamış, hatta bazen gereğinden fazla görünür olmuştu bulutların arasından. Bu kentte bir kere yağmur mevsimi başladı mı günlerce durmaz, su birikintileri kolay kolay kurumaz, çukurlar görünmezdi. Bu kentin sakinleri bazen deniz üzerinde yaşıyormuş hissine kapılırlardı yağmur mevsimi geldiğinde, sanki hepsi su üzerinde yürüyebilirmiş gibi. Yollardaki su seviyesi topuk hizasını pek geçmezdi ama sanki her yer sular altında kalmış gibi bu seviyenin altına da pek inmezdi. Yağmur mevsimi hep ıslaktı kent, uzun bir duş alıp kendine gelmeye çalışan yorgun bir kişiyi andırırdı bazılarına. Belki de havanın sürekli kapalı olmasından dolayı üzerlerine çöken bu kasvetli havadan kaynaklanıyordu şehrin böylesine yorgun gözükmesi.
Kendini bildi bileli burada yaşıyordu. Kendisine benzer hiç bir canlı görmemişti bu süre zarfında. İlk başlarda birkaç tane gördüğünü sanmıştı, kendine benziyorlardı fakat bir süre sonra değiştiler ve orayı terk ettiler. Bazen görüyordu onları, arada bir uğruyorlardı ama daha sonra çekip gidebiliyorlardı. Bu yüzden onları çok kıskanıyordu. Bu küçük su birikintisinde sıkışıp kalmıştı. Yağmurun çok yağdığı günlerde birikinti biraz daha genişliyor, biraz olsun gönlü ferahlıyordu ya; güneş çıktığında büsbütün bunalıyordu. Bu yüzden sevmiyordu güneşi, bu durumu farkettiğinden beri içten içe büyüyordu nefreti.
Bu küçük su birikintisine nasıl gelmişti, neden buradaydı, hiç bir fikri yoktu. Buraya ait olmadığını biliyor ama açıklayamıyordu. Yaşadığı yere ait olmadığını hissediyordu içten içe ya, sebebini bilemezdi, bilmesi imkansızdı. Tüm bunların güneşin suçu olduğunu bir bilseydi... Zaten sevmiyordu güneşi, onu yuvasından, olması gerektiği yerden koparanın da güneş olduğunu bilseydi kimbilir neler düşünürdü. Tabi tüm bunları bilmesine olanak yoktu çünkü daha yumurtadayken olmuştu olan. O zaman ne etrafında olup biteni görecek gözleri vardı ne de algılayabilecek farkındalığa sahipti.
Talihsizliği daha annesi yumurtalarını denizin dibinde bir kuytuya bırakmaya çalışırken bulmuştu onu. Küçük bir akıntı ayırdı onu diğer yumurtalardan ve sürüklendi gitti bir süre. Daha sonra yükseldi yüzeye, en tepeye varıncaya dek. İşte güneşle ilk karşılaşması burada olmuştu. O kadar küçük bir yumurtaydı ki, denizin yüzeyinden buharlaşan sularla birlikte yükselmeye başladı. Dedim ya hep güneşin suçuydu bu. Bulutlara ulaşana dek yükseldi ve belki de o nefret ettiği güneşe en çok yaklaşan balık oldu. Tabi o zamanlar henüz balık değildi ama güneşin sıcaklığını hücrelerinde hissetmişti hiçbir balığın hissetmediği kadar. Belki de işte bu sırada yerleşti güneşe olan nefreti minicik yüreğine. Belli ki orada yer etmişti, güneşin ona yaptığı kötülüğü ilk defa gördüğünde ve bunu algıladığında açığa çıkıvermişti nefreti saklandığı yerden. Ve o kasvetli günlerin birinde yağan yağmurla birlikte gelmişti bu su birikintisine ufacık bir yumurta olarak. Artık bu kentin sıradışı bir sakiniydi.
Yumurtadan çıkıp da çevresini farketmeye başladığında kendisine benzeyen iribaşları görmüştü ama onlar da onun gibi değildiler, farklıydılar, bunu hissediyordu. Hislerinde yanılmadığını gördü zamanla. İribaşlar değiştikçe değişti ve birer kurbağaya dönüştüklerinde gittiler oradan. Kısa bir sevinç yaşamıştı bunu gördüğünde. "Acaba..." diye düşündü. "Ben de çıkabilir miyim buradan." Başaramadı. Aylardır kurumayan bu su birikintisindeki yosunlarla ve bazı böceklerle besleniyordu, bu konuda bir sıkıntısı yoktu da gökyüzünde oradan oraya savrulurken içine işleyen sadece güneşin sıcaklığı olmamıştı besbelli, özgürlüğü de hissetmişti bir kere ve hücrelerine işlemesine yetmişti anlaşılan. Bu küçük su birikintisine sığamıyor, bunalıyor, bütün bir gün bir oraya bir buraya yüzüyordu. Güneş çıktıkça daha bir hiddetleniyor, kurbağaları gördükçe hiddeti artıyordu.
Artık yağmur mevsimi sonuna yaklaşıyordu. Mevsimden falan habersizdi ama güneşin daha uzun süren ve sık sık olmaya başlayan ortaya çıkışlarından canı sıkılıyor, su birikintisinin günden güne küçüldüğünü farkettikçe daha çok bunalıyordu. Kurbağalar bile artık gelmez olmuş, garip bir şekilde onları dahi özler olmuştu. Artık tamamen yalnızdı. Ta ki bir gün bir çocuk onu farkedinceye kadar.
Bu büyük yaratıkların gelip geçtiğini görüyordu bazen dışarıdan. İlk başlarda epey korkmuş ama kimse şimdiye kadar onu farketmemiş olduğu için korkmaması gerektiğini düşünmeye başlamıştı. Artık su birikintisi iyice küçüldüğünden eskisinden daha çok bunalıyor ve aynı zamanda dışarıdan da kolayca görülebiliyordu. Çocukların onu buldukları gün güneş iyice zıvanadan çıkmış, bir türlü gitmek bilmiyordu. Toprakla suyun yüzeyi arasında ancak sığabileceği bir derinlik kalmıştı. Artık iyice gözler önüne serilmiş, bu da yetmiyormuş gibi tüm hareketi kısıtlanmıştı. Bir elin ona doğru yaklaştığını gördü. Çok korktu, belki de yeterince korkmadı bile. Kaçmaya çalıştı. Kaçacak bir yer yoktu. Çocuk durdu ve diğer çocuklara seslendi. Birkaç çocuk daha gelmişti suyun başına ve ona bakıyorlardı. Bir şeyler konuşuyorlar, bazıları şaşkın bazıları heyecanlı ifadelerle onu seyrediyorlardı. Bir tanesi elinde bir yandan kraker yiyor bir yandan da konuşuyordu. Suya birkaç parça kraker kırıntısı döküldü.
Tam o sırada çocuklar birden uzaklaştılar. Şekerci dede geçiyordu sokaktan. Her daim ceplerinde ufak şekerlemeler ve sakızlar bulundurur, çocuklara bunlardan verirdi şekerci dede. Çocuklar da ona bu ismi takmıştılar. Şekerci dedenin etrafına üşüşen çocuklar dedenin anlatmaya başladığı hikayeyi dinlemeye koyuldular ve onu unuttular bir süreliğine.
Çocukların gitmesiyle çok rahatlamıştı. Günlerdir bir şey yemiyordu. Suyun iyice azalmasıyla yosun falan kalmamıştı. Böcekler de birikintiye uğramaz olmuştu. Karnı çok acıkmıştı. Çocuğun ağzından dökülen kırıntıları farketti. Tam da önüne dökülmüşlerdi. Şanslı olduğunu düşündü çünkü artık hareket bile edemiyordu. Su iyice azalmıştı. Tuzlu kraker kırıntılarını yedi. O tuzlu tadı ağzında hissettiğinde içinde garip his uyandı ama ne olduğunu bilemedi. Bunu düşünecek durumda da değildi zaten. Krakerleri yedikten sonra suya daha fazla ihtiyacı olduğunu farketti, ancak artık neredeyse hiç su kalmamıştı etrafında. Zalim güneş artık hiç olmadığı kadar canını yakmaya başladı. Güneşi hücrelerinde hissettikçe, sıcak hücrelerine işledikçe acıyla karışık bir hafiflik hissetmeye başladı. Nefes alamıyordu artık. Son gücüyle etrafına bakındı, uzaktan kendine doğru yaklaşmakta olan çocukları gördü. Daha fazla takati kalmamıştı. Gözleri kararmaya başlarken, "O krakerleri yemeyecektim." diye düşündü.

İlham

Gece camdan sarkarken kar yağsa da bir izlesem diyorum. Şehrin ışıkları bir yanıp bir sönüyor. İlham verir gibi ama vermiyor. Belki hava daha az kirli olsa…
Zamlanmış sigarayı içerken bile huzursuzum. Yakıp yakmamak bile bir kararsızlık durumu teşkil eder oldu artık. Onca para buna değer mi be? Aman boşver koyver gitsin yak bir tane daha.
Her daim kararsızım. Mesela şu kahve. Onca insanın emeği satın alınıp, bana keyif vereceği vaat edilen, pek de güzel bağımlılık yapan, kendi promosyon bardağında içtiğim bu ucuz kahveyi bile içerken huzursuz oldum.
Yok yok bu gece bize ekmek yok. Kar da yağsa şimşek de çaksa anca yalan ilhamlar peşinde, klişe perileriyle haşır neşir olacağız; bu aşikar artık.
Bu sosyal medya zımbırtısı da canımı sıkmaya başladı bir yandan. Şu dandik kahveden bi farkı yok. Yan odadaki ev arkadaşımla da bunun üzerinden konuşmaya başladım ya, bravo.
Ne ilhamı ne perisi, şu ortama insan girse kaçar sanki. Vazgeçtim. En temizi bir ucuz kahve eşliğinde pahalı bir keyif sigarası yakıp huzursuz huzursuz içmek olacak herhalde.