4 Ocak 2010 Pazartesi

YAĞMURLA GELEN

Daracık yerinde bir o tarafa bir bu tarafa gidip geliyordu. Hapishanede volta atan bir mahkumdan farksızdı durum itibariyle. Bulunduğu ortam da aynı şekilde oksijen açısından biraz yetersizdi ama yaşamasına yetiyordu işte. "Şu lanet güneş de olmasa..." diye düşündü. “Hareket alanım daralıyor."
Yağmur mevsiminin sonlarına yaklaşılıyordu artık. Güneş ara ara yüzünü göstermeye başlamış, hatta bazen gereğinden fazla görünür olmuştu bulutların arasından. Bu kentte bir kere yağmur mevsimi başladı mı günlerce durmaz, su birikintileri kolay kolay kurumaz, çukurlar görünmezdi. Bu kentin sakinleri bazen deniz üzerinde yaşıyormuş hissine kapılırlardı yağmur mevsimi geldiğinde, sanki hepsi su üzerinde yürüyebilirmiş gibi. Yollardaki su seviyesi topuk hizasını pek geçmezdi ama sanki her yer sular altında kalmış gibi bu seviyenin altına da pek inmezdi. Yağmur mevsimi hep ıslaktı kent, uzun bir duş alıp kendine gelmeye çalışan yorgun bir kişiyi andırırdı bazılarına. Belki de havanın sürekli kapalı olmasından dolayı üzerlerine çöken bu kasvetli havadan kaynaklanıyordu şehrin böylesine yorgun gözükmesi.
Kendini bildi bileli burada yaşıyordu. Kendisine benzer hiç bir canlı görmemişti bu süre zarfında. İlk başlarda birkaç tane gördüğünü sanmıştı, kendine benziyorlardı fakat bir süre sonra değiştiler ve orayı terk ettiler. Bazen görüyordu onları, arada bir uğruyorlardı ama daha sonra çekip gidebiliyorlardı. Bu yüzden onları çok kıskanıyordu. Bu küçük su birikintisinde sıkışıp kalmıştı. Yağmurun çok yağdığı günlerde birikinti biraz daha genişliyor, biraz olsun gönlü ferahlıyordu ya; güneş çıktığında büsbütün bunalıyordu. Bu yüzden sevmiyordu güneşi, bu durumu farkettiğinden beri içten içe büyüyordu nefreti.
Bu küçük su birikintisine nasıl gelmişti, neden buradaydı, hiç bir fikri yoktu. Buraya ait olmadığını biliyor ama açıklayamıyordu. Yaşadığı yere ait olmadığını hissediyordu içten içe ya, sebebini bilemezdi, bilmesi imkansızdı. Tüm bunların güneşin suçu olduğunu bir bilseydi... Zaten sevmiyordu güneşi, onu yuvasından, olması gerektiği yerden koparanın da güneş olduğunu bilseydi kimbilir neler düşünürdü. Tabi tüm bunları bilmesine olanak yoktu çünkü daha yumurtadayken olmuştu olan. O zaman ne etrafında olup biteni görecek gözleri vardı ne de algılayabilecek farkındalığa sahipti.
Talihsizliği daha annesi yumurtalarını denizin dibinde bir kuytuya bırakmaya çalışırken bulmuştu onu. Küçük bir akıntı ayırdı onu diğer yumurtalardan ve sürüklendi gitti bir süre. Daha sonra yükseldi yüzeye, en tepeye varıncaya dek. İşte güneşle ilk karşılaşması burada olmuştu. O kadar küçük bir yumurtaydı ki, denizin yüzeyinden buharlaşan sularla birlikte yükselmeye başladı. Dedim ya hep güneşin suçuydu bu. Bulutlara ulaşana dek yükseldi ve belki de o nefret ettiği güneşe en çok yaklaşan balık oldu. Tabi o zamanlar henüz balık değildi ama güneşin sıcaklığını hücrelerinde hissetmişti hiçbir balığın hissetmediği kadar. Belki de işte bu sırada yerleşti güneşe olan nefreti minicik yüreğine. Belli ki orada yer etmişti, güneşin ona yaptığı kötülüğü ilk defa gördüğünde ve bunu algıladığında açığa çıkıvermişti nefreti saklandığı yerden. Ve o kasvetli günlerin birinde yağan yağmurla birlikte gelmişti bu su birikintisine ufacık bir yumurta olarak. Artık bu kentin sıradışı bir sakiniydi.
Yumurtadan çıkıp da çevresini farketmeye başladığında kendisine benzeyen iribaşları görmüştü ama onlar da onun gibi değildiler, farklıydılar, bunu hissediyordu. Hislerinde yanılmadığını gördü zamanla. İribaşlar değiştikçe değişti ve birer kurbağaya dönüştüklerinde gittiler oradan. Kısa bir sevinç yaşamıştı bunu gördüğünde. "Acaba..." diye düşündü. "Ben de çıkabilir miyim buradan." Başaramadı. Aylardır kurumayan bu su birikintisindeki yosunlarla ve bazı böceklerle besleniyordu, bu konuda bir sıkıntısı yoktu da gökyüzünde oradan oraya savrulurken içine işleyen sadece güneşin sıcaklığı olmamıştı besbelli, özgürlüğü de hissetmişti bir kere ve hücrelerine işlemesine yetmişti anlaşılan. Bu küçük su birikintisine sığamıyor, bunalıyor, bütün bir gün bir oraya bir buraya yüzüyordu. Güneş çıktıkça daha bir hiddetleniyor, kurbağaları gördükçe hiddeti artıyordu.
Artık yağmur mevsimi sonuna yaklaşıyordu. Mevsimden falan habersizdi ama güneşin daha uzun süren ve sık sık olmaya başlayan ortaya çıkışlarından canı sıkılıyor, su birikintisinin günden güne küçüldüğünü farkettikçe daha çok bunalıyordu. Kurbağalar bile artık gelmez olmuş, garip bir şekilde onları dahi özler olmuştu. Artık tamamen yalnızdı. Ta ki bir gün bir çocuk onu farkedinceye kadar.
Bu büyük yaratıkların gelip geçtiğini görüyordu bazen dışarıdan. İlk başlarda epey korkmuş ama kimse şimdiye kadar onu farketmemiş olduğu için korkmaması gerektiğini düşünmeye başlamıştı. Artık su birikintisi iyice küçüldüğünden eskisinden daha çok bunalıyor ve aynı zamanda dışarıdan da kolayca görülebiliyordu. Çocukların onu buldukları gün güneş iyice zıvanadan çıkmış, bir türlü gitmek bilmiyordu. Toprakla suyun yüzeyi arasında ancak sığabileceği bir derinlik kalmıştı. Artık iyice gözler önüne serilmiş, bu da yetmiyormuş gibi tüm hareketi kısıtlanmıştı. Bir elin ona doğru yaklaştığını gördü. Çok korktu, belki de yeterince korkmadı bile. Kaçmaya çalıştı. Kaçacak bir yer yoktu. Çocuk durdu ve diğer çocuklara seslendi. Birkaç çocuk daha gelmişti suyun başına ve ona bakıyorlardı. Bir şeyler konuşuyorlar, bazıları şaşkın bazıları heyecanlı ifadelerle onu seyrediyorlardı. Bir tanesi elinde bir yandan kraker yiyor bir yandan da konuşuyordu. Suya birkaç parça kraker kırıntısı döküldü.
Tam o sırada çocuklar birden uzaklaştılar. Şekerci dede geçiyordu sokaktan. Her daim ceplerinde ufak şekerlemeler ve sakızlar bulundurur, çocuklara bunlardan verirdi şekerci dede. Çocuklar da ona bu ismi takmıştılar. Şekerci dedenin etrafına üşüşen çocuklar dedenin anlatmaya başladığı hikayeyi dinlemeye koyuldular ve onu unuttular bir süreliğine.
Çocukların gitmesiyle çok rahatlamıştı. Günlerdir bir şey yemiyordu. Suyun iyice azalmasıyla yosun falan kalmamıştı. Böcekler de birikintiye uğramaz olmuştu. Karnı çok acıkmıştı. Çocuğun ağzından dökülen kırıntıları farketti. Tam da önüne dökülmüşlerdi. Şanslı olduğunu düşündü çünkü artık hareket bile edemiyordu. Su iyice azalmıştı. Tuzlu kraker kırıntılarını yedi. O tuzlu tadı ağzında hissettiğinde içinde garip his uyandı ama ne olduğunu bilemedi. Bunu düşünecek durumda da değildi zaten. Krakerleri yedikten sonra suya daha fazla ihtiyacı olduğunu farketti, ancak artık neredeyse hiç su kalmamıştı etrafında. Zalim güneş artık hiç olmadığı kadar canını yakmaya başladı. Güneşi hücrelerinde hissettikçe, sıcak hücrelerine işledikçe acıyla karışık bir hafiflik hissetmeye başladı. Nefes alamıyordu artık. Son gücüyle etrafına bakındı, uzaktan kendine doğru yaklaşmakta olan çocukları gördü. Daha fazla takati kalmamıştı. Gözleri kararmaya başlarken, "O krakerleri yemeyecektim." diye düşündü.

İlham

Gece camdan sarkarken kar yağsa da bir izlesem diyorum. Şehrin ışıkları bir yanıp bir sönüyor. İlham verir gibi ama vermiyor. Belki hava daha az kirli olsa…
Zamlanmış sigarayı içerken bile huzursuzum. Yakıp yakmamak bile bir kararsızlık durumu teşkil eder oldu artık. Onca para buna değer mi be? Aman boşver koyver gitsin yak bir tane daha.
Her daim kararsızım. Mesela şu kahve. Onca insanın emeği satın alınıp, bana keyif vereceği vaat edilen, pek de güzel bağımlılık yapan, kendi promosyon bardağında içtiğim bu ucuz kahveyi bile içerken huzursuz oldum.
Yok yok bu gece bize ekmek yok. Kar da yağsa şimşek de çaksa anca yalan ilhamlar peşinde, klişe perileriyle haşır neşir olacağız; bu aşikar artık.
Bu sosyal medya zımbırtısı da canımı sıkmaya başladı bir yandan. Şu dandik kahveden bi farkı yok. Yan odadaki ev arkadaşımla da bunun üzerinden konuşmaya başladım ya, bravo.
Ne ilhamı ne perisi, şu ortama insan girse kaçar sanki. Vazgeçtim. En temizi bir ucuz kahve eşliğinde pahalı bir keyif sigarası yakıp huzursuz huzursuz içmek olacak herhalde.