31 Ekim 2009 Cumartesi

DOMUZ GRİBİ VE KORKU TOPLUMU ÜZERİNE


Her kış geldiğinde yepyeni bir hastalık bize merhaba diyor. Aklıma ilk gelenler deli dana, kuş gribi, çin gribi, sars… vs. Bu seneki piyangodan domuz gribi çıktı. Git gide mevzu büyüyor, okullar tatil ediliyor, insanlar iyice bir panik havasına giriyor. (gariptir annem hala bu konuda bana bir şey demedi). Sokakta maskeyle gezen insanları da canlı olarak gördükten sonra “Lan ne oluyor!” dememek için kendimi zor tuttum. Sokakta maskeli birini çevirip, “Arkadaşım sen naber ya.” diyebilirim her an. Maske takıyorsanız dikkat edin, sonra ben kolunuzdan tutup çevirirsem şaşırmayın.

Gerçi günümüz “korkak” toplumunda her ne kadar böyle şeylere artık alışık olmam gerektiğini düşünsem de içim daralıyor. İnsanlar zaten iyice birbirinden uzaklaşmış, sosyallikten kopmuş, komşusuna dahi güvenmez olmuşken sokağa çıkarken bir maske takmış çok mu? Değil elbet. “Şimdi burada söz konusu olan insan sağlığı, mikroplar her yerde. Ne yapsın insanlar!” dediğinizi duyar gibiyim. Haklısınız. Haklısınız da bu insanların bu hale gelmesinde hiç mi gariplik yok. Toplum içine zaten zor çıkan, ultra mükemmel donanımlar ve özel güvenliklerle korunan sitelerine sığınan, internet üzerinden sosyalleşmeye çalışan, kapı komşunun bırak adını bilmeyi yüzünü görse tanımayacak olan bunca insanın eline bir koz daha geçmesine ben şahsen çok üzülüyorum. “Aman sarılmayalım, aman öpüşmeyelim, aman dikkat et sosyallik bulaşır! Ne yaptın sen ya!”. Sevgili sağlık bakanımız da ne güzel özetledi mevzuyu. 5 ay sarılmak öpüşmek yokmuş. Böylece domuz gribinden korunacakmışız. Böyle bilimsellik düşman başına. Cinsel yolla bulaşan hastalıklardan nasıl korunacağımızı anlatmadı çok şükür. “Sayın vatandaşlar sevişmezseniz cinsel yolla bulaşan hastalıklara yakalanmazsınız.”

Hep bu zihniyetle büyütülmedik mi zaten. “Aman çocuğum kendine dikkat et, arkadaşlarını düzgün seç, bak ne akıllı çocuk okuldan eve evden okula, sakın olaylara karışma…” böyle uzar gider. Bu döngüyü kırmak için bir çaba göstermediğimiz sürece de böylede üstüne koya koya devam eder iyice beter oluruz. Gün gelir yolda yere bakarak, kimseye selam vermeden, konuşmadan işten eve evden işe giden küçük robotcuklar oluveririz de ruhumuz duymaz. Asıl kızdığım mevzu da bu ya. “Neden böyle ulan!” deyip bir kafamızı kaldırmaya cesaretimiz yok. Dün kuş gribi, bugün domuz gribi öbür gün ebenin gribi derken insanlıktan çıkıp, insanlıktan çıktığımızı fark edemeyecek duruma geldiğimizde ne olur çok merak ediyorum.

16 Nisan 2009 Perşembe

İğne İpliğine

İğne ipliğine bağlı umudun
Koptu kopacak
Koparsan olmaz
Koparmasan yaşanmaz
Bir umut dersin
Bilirsin kopacak
İnanmazsın
Kopunca dayanamazsın
Kopmasın istersin
Koparsa yaşanmaz sanırsın
Yaşarsın kör topal
Dayanamazsın

15 Nisan 2009 Çarşamba

Ayaz

Kuru ayaz var gecede
Yer gök buz tutmuş sanki
Ceplerimde bile
Güvende değil ellerim
Ayaklarımı unuttum çoktan
Zar zor ilerliyorum
Varış yerim belirsiz
Yürüyorum
Bir köşeye sığınsam
Biraz olsun ısınsam diyorum
İstemiyorum
Kuru ayaz var gecede
İçim gibi buz kesti
Elim kolum
Bir ışık var belli belirsiz
İçimden bir ses
Işığa gitme diyor
Karanlığa yürüyorum
En soğuk yerine gecenin
Varış yerim belirsiz
Nerede olduğumu bilmiyorum
Zaten artık görmüyorum
Nereye gittiğimi
Zaten artık hatırlamıyorum
Nereden geldiğimi

8 Nisan 2009 Çarşamba

İnat

Kelimelere inat yazıyorum

Noktalara inat durmuyorum

Gecelere inat uyumuyor

Sabahlara inat kalkmıyorum

Gerçeğe inat düşlüyorum

Düşlere inat inanıyorum

Cevaplara inat soruyorum

İnatçı değilim ama

İnadım inat

Yollara inat yürüyorum

Dağlara inat tırmanıyor

Engellere inat düşmüyorum

Ölüme inat yaşıyorum hala

Yaşama inat seviyorum seni

Sana inat vazgeçmiyorum

İnatçı değilim ama

İnadım inat

3 Nisan 2009 Cuma

Karanlık

Çocukluğumu hatırlıyorum... Geceleri uyuyamazdım karanlıkta. Korkardım. Yorganı kafama kadar çeker, sarınır, zırhıma büründükten sonra ancak içim rahat ederdi de öyle uyuyabilirdim. Karanlıktan kaçardım besbelli. Karanlıktan daha derin bir karanlığa, yorganımın altına, sımsıkı kapanmış gözlerimin ardına kaçardım. Rüyalarımla avunurdum sabaha kadar. Kalktığımda gitmiş olurdu. Çıkarırdım zırhımı, cesaretle yatağımın üzerine atıverirdim.

Karanlıktan korkardım korkmasına ama en çok karanlığın derinliğinden korkardım. Dibini göremezsin, eğer karanlık yeterince korkunçsa ve yeterince çocuksan derinlerde neler olduğunu bilemezsin. O toy zihnimde neler neler canlanırdı, şimdi hatırlamaya bile yetmiyor yetişkin beynim, hayalgücümün o zaman ürettiklerini. Eğer yeterince çocuksan, gerektiğinden fazla korkmaman için hiç bir sebep yoktur. Az bilgi muazzam hayalgücüyle buluştuğunda, dibini göremediğim karanlığın en derin yerlerindeki “şey”lere dair o kadar çok şey gelirdi ki aklıma, hangi birinden korkacağımı bilemezdim. Karanlıktan korkardım demem yersiz olmaya başlıyor bu durumda. Yine de beni asıl korkutan karanlığın ta kendisiydi. Karanlıktan korkuyordum ben. Karanlığın derinliklerinden çıkıp geliverecek onca şeyi hayal ederken bile asıl korktuğum tüm bu “şey”leri gizleyen, besleyen, koruyan karanlığın ta kendisiydi.

Orada, karanlığın derinliklerinde neler olduğunu bilemediğimden korkuyordum besbelli. Bilinmeyendi karanlık benim için. Bilinmeyenin vücut bulmuş, gözle görünür haliydi. (Yoksa görünmez mi demeliydim? Çok mühim değil sanırım.)

Bilinmeyenin korkusu hepimizi sarmışken çocukluğuma dair bu anıları hatırlıyor olmam pek sıradışı değil. O kadar korkuyoruz ki bilinmeyenden, ya varsa, ya olursa diyerek o kadar çok korkuyoruz, o kadar çok korkutuyoruz ki kendimizi, en sonunda bilinmeyeni yüceltip baştacımız ediyoruz. Tüm yaşamını bilinmeyen üzerine kurmuş olan bizler bilinmeyene tapıyor, onu seviyor, sevmeyeni dışlamaya başlıyoruz. Karanlıktan kaçarken daha da karanlığa, yorganımızın altına giriyor, dışarıda olup biteni görmemek için gözkapaklarımızın ardına saklanıyoruz. Fakat çocukluğumuzdan farklı bu kaçış. Çocukluğumuzun tersine hayalgücümüzü artık devredışı bırakmış, söylenenlere, söylentilere inanmaya, görmediğimiz ama “bildiğimiz” şeylerden korkmaya başlamış oluyoruz. Başımıza ne geleceğini bilmeden korkarak yaşıyoruz.

Çocukluğumu hatırlıyorum... Artık karanlıktan korkmadığımı farkediyorum. Yorganıma sımsıkı sarılıp uyuyacağım bu gece. Son kez zırhımı kuşanıp yatacağım yatağa ve sabah cesaretle çıkarıp atacağım yatağımın üzerine son kez.

30 Mart 2009 Pazartesi

Umut

Bir umut yeşeriyor içimde

Korkuyorum.

Büyüyor, durmuyor

Durduramıyorum.

Bahar yağmurlarıyla ıslanıyor,

Güneşle besleniyor,

Yeni gelen mevsimle

Boy veriyor, çiçek açıyor.

Güven olmaz buralarda

Gece ayaz oldu mu bir anda

Çiçekler üşür,

Dökülür

Korkuyorum .

Meyve vermez yaz boyu

Yeşil kalır yaprakları

Ama eksik olur bir yanı.

Bir umut yeşeriyor içimde,

Korkuyorum.

Bahar havası aldatıyor,

Ilık yağmurlar

Cezbediyor yaprakları.

Bir kez açtı mı çiçekler

Geri dönüş yok

Ya meyve verecek

Ya da söndürecek

Bir gece ayazı

Yeşeren tüm umutları.

9 Şubat 2009 Pazartesi

Çay Vakti


Herkes sırayla dizilmiş, yükseltinin tam ucundan ayakları taşacak şekilde bekleşiyordu. Ben daha mı ilerideydim yoksa onlardan daha mı aşağıdaydım karar vermeye çalışıyordum. Belki ben fazla ileri gitmiş olabilirdim. Çok mühim olmadığını düşündüm. Ne de olsa hiç kimse beklemesi gereken yerde beklemiyordu. Bir yandan hızla gelip geçen ışıklar gözlerime ve hatta beynime batıyordu. Fakat yine de o tarafa bakarak ışıkların içinden yazıları seçmeye çalışıyordum. Beklenen yazılar yaklaşmaya başladığında yükseltiden taşan ayaklar benim seviyeme inmeye, insanlar kaynaşmaya ve hatta itişmeye başladı.

Küçük çaplı bir mücadeleden sonra herkes yerini almıştı. Bir yandan düşmemeye çalışarak, içerideki insanları hızlı hızlı incelemeye başladım. Bu saatlerde birini bulmak ve yol boyunca gözden kaçırmamak zor olmuyordu. Fakat bazı zamanlar, özellikle de öğleden önce ve öğleden sonraları, pek az kişi olduğu için işim epey bir zor oluyordu. Bu benim rutinimdi.

Her yolculukta birisini gözüme kestirip nasıl biri olduğunu anlamaya çalışır, düşünür, giyinişinden ve fiziksel yapısından onu tahlil etmeye çalışırdım. Günlük hayatını, özellikle her gün yaptıklarını tahmin etmeye çalışır bundan büyük keyf alırdım. Benim rutinimde başkalarının rutinlerini tahmin etmeye çalışmak vardı. Tabi ki hiç bir zaman tahminlerimin doğru olup olmadığını bilemezdim. Ancak burada amaç doğru tahmin etmek değil yalnızca tahmin etmeye çalışmaktı. Bu iş artık bir yolculuk eğlencesi olmaktan çıkmış, yapmadığım – yapamadığım – zamanlar bir eksiklik hissetmeye ve hatta rahatsızlık duymaya başlar olmuştum. Artık rutinim olmazsa olmazım olmuştu.

Çevremdeki insanları incelerken de bunu farketmiştim. Herkesin, hepimizin birer rutini vardı; hatta işlerini belirli bir rutine oturtamamış insanlar bundan rahatsızlık duyuyordu. Çünkü herkesin rutinini belirlemesi de bir rutin olmuştu artık. Aynı zamanda ilginç bir şekilde, bana ilginç geliyordu ama başkaları için gayet olağan bir durumdu, bu inceleme zamanlarında fark ettiğim üzere insanlar kendi rutinlerini birbirlerine sanki bir diğerinden çok farklıymış gibi anlatıyordu. Şimdi bunu düşünmeye başladım. Herkes aşağı yukarı aynı şeyleri yaşıyordu. Mesela her gün orada aynı yerde diziliyor, yazıları görünce aynı şekilde itişiyor, araca doluşuyorlardı. Kaldı ki bu vakte kadar da birbirlerinden çok farklı şeyler yapmadıklarından neredeyse emindim.

Genel hatlarıyla bakıldığında sabah işe ya da okula gidiyorlar belirli saatlerde belirli şeyler yapıyorlar, akşamları da aynı şeyleri farklı yerlerde tekrarlıyorlardı. Biliyordum, çünkü ben de öyle yapıyordum. Ufak tefek farklılıklar dışında neredeyse aynıydı hepimizin hayatı. Bir rutinler silsilesinden ibaretti. Hepimiz kendimizi bir diğerinden o kadar farklı görüyorduk ki oysa. Bireysel olarak farklılıklarımız özellikle karakter farklılıkları daha belirgin olsa da yine benzer şeklillerde yaşayıp gidiyorduk. Aynı çalışmanın farklı zamanlarda yapılmış eskizlerinden farksızdık. Gereksiz çizgileri ve farklılık arayışıyla çizilmiş bazı ufak çizikleri sildiğimizde genel hatlar hep üst üste oturuyordu.

Çizgi deyince aklıma rutin kelimesinin ingilizcesi geldi. Routine ve route kelimelerini düşündüm. Büyük olasılıkla aynı kökten geliyorlar sanırım. Daha önceden belirlenmiş bir yol ve alışılmış alışılagelmiş anlamlarını taşıyan bu kelimelerin manaları da çok benzerdi. Yeterli bilgim olmadığı için tabi ancak tahmin yürütmekle yetindim.

O sırada gözümün önünde kırmızı bir ışık yandı. Dalmışım. Birisi önümde duran düğmeye basmış. Durakta ineceği için geçmek üzere müsaade istiyordu. Benim de inmem gerektiğini farkettim yol verdikten sonra. İneceğim yere gelmiştim. Yolculuğun nasıl geçtiğini farketmemişim bile. Sırf bu yüzden bile rutinimi sevdiğimi düşündüm. Fakat rutinlerle yaşamaya alıştığımızda zamanın nasıl geçtiğini de anlayamadığımızı farkettim. Hem de bir ömür boyu. Yaşayıp gidiyorduk hiçbirşey yapmadan, ta ki ölüme yaklaştığımızı hissedene kadar. O zaman da iş işten geçmiş oluyordu. Eve yaklaşmıştım artık. Salonda yanan ışığı görünce garip bir mutlulukla, annem çay yapmıştır şimdi dedim içimden.